TMMOB Çevre Mühendisleri Odası
TMMOB
Çevre Mühendisleri Odası
SUYUN TİCARİLEŞTİRİLMESİNE HAYIR PLATFORMUSTHP) BİLEŞENLERİ TOPLANDI

STHP, kapitalizmin özelde suya, genelde yaşamın her alanına yönelik sürdürdüğü saldırılarını durdurmayı, karşı mücadeleyi büyütmeyi amaçlayan;  örgütlülüğünü,  önümüzdeki dönemde alacağı pozisyon ve üreteceği politikaları belirlemek amaçlı bileşenleri ile bir toplantı düzenledi.

TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi‘‘nin de STHP bileşeni olarak katıldığı toplantıda, suyun ticarileştirilmesini durdurmak, dereleri, ormanları, meraları, yeraltı sularını kapitalizmin kıskacından kurtarmak için birlikteliğe ve mücadeleye çağrı yapıldı.

Suyumuzu, Yaşamımızı Satıyorlar

Mayıs ayından bu yana süren Gezi Direnişimiz, sadece bir kamusal alanın değil, bu ülkedeki bütün nehirlerin, göllerin, dağların, ormanların, sulak alanların, havzaların, kırların, kentlerin ve emeğin ortak çığlığıdır. 

Özellikle 2006 yılından itibaren Türkiye’nin uzak noktalarından, yerellerden su kaynaklarını, yaşam alanlarını korumak için yükselen feryatlar, mücadeleler, gözaltılar, tutuklamalar ve ölümler Gezi Direnişimiz ile birlikte artık “yakın” olmuştur. Bu anlamda Gezi Parkı’nı savunmak demek, “Temiz Enerji” yalanıyla ticarileştirilerek, geri dönüşümsüz doğa katliamlarına kaynak olan; HES’lere (Hidroelektrik Santrallere), karşı da  mücadele etmek demektir. 

Gezi Direnişimiz, İstanbul’un Kuzey Ormanları ve Istrancalar için, tarihi Yedikule Bostanları için, Kaz Dağları için, Hasankeyf için, Karaburun yarım adası için direnmektir. Çünkü bütün betonlaşmalar doğaya birinci dereceden yapılan geri dönüşsüz yıkımlardır. Çünkü ağaç yoksa su yoktur, suyun olmadığı yerde de ağaç yoktur, ağaç ve suyun olmadığı yerde ise ne sulak alan kalır ne de mera.

DERELERIMIZE, KIRLARIMIZA, KENTLERIMIZE YANI YAŞAMLARIMIZA SALDIRIYORLAR:

Türkiye’de su metalaştırılıyor (piyasada alınır-satılır mala dönüştürülüyor); dereler şirketlere satılıyor, su hizmetleri özelleştiriliyor, sulama kanallarına ve kuyulara sayaçlar takılıyor. 

Akarsular ve yer altı suları, şirketlere devrediliyor. Bu satışlarda önce su kullanım hakkı sözleşmeleri ile, akarsuları besleyen ormanlar, meralar ve tarım alanları hukuksuz bir şekilde kamulaştırılıyor, ardından da şirketlere devrediliyor, yani satılıyor. Akarsuların kullanım hakkını satın alan şirketler; suyu, dere yatağından alarak, boruların içine hapsederek ya da kanallarla taşıyarak, yaptıkları HES (hidroelektrik santral) projeleri ile doğal dengeyi altüst ediyor, yöre halkının, ovadaki canlıların, ekosistemin su kullanım hakkı yok ediliyor..

Buna karşı; HES’lerin kurulduğu/kurulacağı Türkiye’nin tüm derelerinde, havzalarında: Fındıklı’dan (Karadeniz’den) Alakır’a (Akdeniz’e). Peri Suyundan, Munzur’dan (Doğu’dan) Yuvarlakçay’a (Batı’ya) kadar her yerde halk, yaşamı, yaşam alanlarını ve doğayı savunuyor.

Kentlerde ise özel işletmelere dönüştürülen yerel yönetimler, “hizmetlerin fiyatlandırılması” adı altında su hizmetini ticarileştiriyor, suya zam üzerine zam yaparak, kontörlü su sayaçlarını yaygınlaştırarak halkın suya erişim hakkını engelliyor.

İstanbul, Ankara, İzmir örneklerinde olduğu gibi birçok ilde yaşayan halk; musluktan akan suyu içemiyor, yer altı suları şişelenerek piyasada satılıyor ve halk suyu, su şirketlerinden satın almaya zorlanıyor.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu KİMDİR?

Bizler; Emek Örgütleri, Meslek Odaları, Çiftçi Sendikaları, Su Mücadele Platformları, Demokratik Kitle Örgütleri ve Dernekleri, Siyasi Parti ve Siyasi Yapılar, Devrimci Örgütleriz...

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun bileşenleri olarak;

  • Halkın ve doğanın temel yaşam gerekliliği olan suyun, alınıp satılabilen, üzerinde borsa hesaplarının yapılabileceği bir piyasa malı olması gerektiğini söyleyenlere;
  • Evlerimize, okullarımıza, hastanelerimize kontörlü sayaç ve sulama kanallarına sayaç takmaya çalışanlara;
  • Sularımızı, su havzalarımızı kirletenlere ve sanayi atıklarıyla zehirlenmiş suların “temiz” olduğunu söyleyerek halkın ve diğer canlıların yaşamını yok sayanlara;
  • Temiz suyu, şirketlere sınırsızca kullandırmakta sakınca görmezken, sıra küçük çiftçilere, geçimlik tarım ve hayvancılık yapanlara, gecekondu mahallelerine, emeği ile çalışıp alın teri ile geçinenlere, yani halka geldiğinde; küresel ısınma, su krizi ve tasarruf edebiyatı yapanlara;
  • Enerji gereksinimi politikalarını çözmek için sermayeye alternatif yöntem önerenlere ve sözde yenilenebilir enerji politikaları ile sermayeyi destekleyenlere, doğal alanların ormanların, meraların, derelerin sermaye tarafından kullanılmasına destek olanlara,
  • Su krizini bahane ederek, doğayı ve kültürel mirasları yok sayarak “nehirler boşa akmamalı” gibi akıl dışı bir slogan etrafında birleşenlere;
  • Sanayi ve hizmet üretimi yapan bütün şirketlere;
  • Su şirketlerine,
  • Enerji şirketlerine,
  • Tohum tekellerine,
  • İnşaat ve finans şirketlerine,
  • Hükümetlere,
  • Yerel yönetimlere,
  • Onların uluslararası kuruluşu olan Dünya Su Konseyi (WWC),
  • Dünya Su Forumları (WWF),
  • Dünya Ticaret Örgütü (WTO),
  • Dünya Bankası,
  • Uluslararası Para Fonu (IMF),
  • G7, G8, G20 Devletleri.
  • Birleşmiş Milletler (BM) vb. yapıların bütün politika, karar ve uygulamalarına ve bu politikaları savunan şirket, hükümet destekli sivil toplum kuruluşlarına (STK’lara) KARŞIYIZ!

Mücadelemiz ve birlikteliğimiz, suyu, doğayı; dereleri, meraları, ormanları, tarım alanlarını ve yaşamı kapitalizmin kıskacından kurtarmak içindir ve kurtarıncaya kadar sürecektir.

Halka, doğadaki tüm canlılara ait olan suyun, devletler ve şirketlerin eline geçmesine engel olmak için,

  • Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, yerellerde yaşananlar ile politik düzeyde atılan adımları ve bu yöndeki bütün gelişmelerin yanı sıra karşıt mücadele stratejilerini de yakından takip etmekte ve doğa için mücadele edenlerle el ele yürümekteyiz.
  • Toplanan bilgileri, bölgesel toplantılar üzerinden ve bültenler halinde duyuruyor, yayınlıyor ve böylece; halihazırda bilinçli bir şekilde yürütülen “yanlış bilgilendirme” sürecini tersine çevirmeyi ve halkın, kendi yaşam hakkına, suyuna sahip çıkması için gerekli farkındalık zeminini oluşturmayı amaçlıyoruz.
  • Suya ve yaşama yapılan saldırı karşısında deneyim aktarmanın önemli olduğunu, bir öncekinden dersler çıkararak ve asla yalnız yürümemek gerektiğini bilerek yolumuza devam ediyoruz.

Daha çok sermaye biriktirmek isteyenlerin çabaları, son 30 yılda eğitimden sağlığa, sosyal güvenliğe, ulaşımdan, posta hizmetlerine, tohumculuğa ve doğal varlıklara kadar uzanmış, insanlığın, yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başlamıştır.  

Birleşmiş Milletler, 1977 yılında suyun insan hakkı olduğuna, 1992 yılında ise (Rio de Janerio ve Dublin Kongreleri) suyun alınıp satılabilen bir meta olduğuna karar vermiştir. 1996 yılında oluşturulan Dünya Su Konseyi aracılığıyla, işbirlikçi tekeller ve özel sektör temsilcilerinin ülke politikacıları ve yerel yöneticileri ile işbirliği sonucu su ve doğa tüm dünyada talana açılmıştır. Dünya Su Konseyi’nin amacı; tüm dünyada ve ülkemizde, tüm suların (suların, akarsuların, göllerin, yer altı sularının, barajların, şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilmesini sağlamaktır. Dünya Su Konseyinin Forumları’ ile başlattığı uygulamalar sonucunda:

  • İçme ve sulama suyu şirketlerinin yanı sıra inşaat, enerji, maden, kimya, metal, tarım, gıda ve pek çok endüstride faal olan tekeller ve onlarla işbirliği yapan yerel yönetimler, su çıkarma, dağıtım, sulama sistemleri, nehir tipi hidroelektrik santraller, yeraltı suları ve baraj yapımı ihalelerinde hak talep etmeye başlamıştır.
  • Daha şimdiden dünyanın pek çok yerinde içme sularının dağıtımı özelleşmiş ve yoksul halkların ciddi tepkileriyle karşılaşmıştır.
  • Ülkemizde de bir kaç ilin su dağıtım şebekeleri özelleştirilmiştir. 
  • Öte yandan suyun ticarileştirilmesi, metalaştırılması çabaları yalnızca yoksulların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamaktadır. Yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri, mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın tür ve biyoçeşitliliğin tahrip edilerek ekosistemin döngüsünün bozulması, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan tehlikeler beklemektedir.
  • Tarımdaki hızlı kapitalistleşme sürecinde tohum, gübre, akaryakıt vb. gibi zorunlu üretim girdilerini temin etme gücü bile kalmamış olan ve geçimlik tarımla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca köylü için suyun piyasa malı olmasının beklenen sonuçları:
  • Köylünün tarımdan tamamen koparılması,
  • Toprakların şirketlerin eline geçmesi,
  • Şirketlerin gen kaynaklarına ve gıdaya da egemen olmasıdır.

Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve çiftçinin, topraklarından koparılarak büyük kentlere zorla göç ettirilmesinin sonuçları,

Yığınsal işsizliğin ve yoksulluğun doruğa çıkmasına
Çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşmasına yol açacaktır.

Kentlerin gecekondu mahallelerinde suya erişim hakkı daha da zorlaşacak ,insan hakları ihlalleri ağır ve yıkıcı olacaktır.

Su, halka ve doğaya aittir, alınıp satılamaz, ticarileştirilemez, halkın ve doğanın su kullanım hakkı engellenemez.

ABD, Kanada, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi merkez kapitalist devletlerde  ülkelerde suyun % 59’unu sanayi ve hizmet şirketleri kullanıyor. bu ülkelerde de milyonlarca işsiz ve geçimlik toprağını şirketlere kaptırmamak için mücadele eden yüz binlerce küçük çiftçinin olduğunu biliyoruz.

  • Bizi susuz bırakarak terbiye etmeye çalışan ve böylece su özelleştirmelerine toplum desteği sağlamayı uman iktidarlar ve yerel yönetimleri dünyanın her bölgesinde görüyoruz.
  • Onlar; yönetiminde oldukları mahalleleri ve semtleri sadece seçim zamanı ve amaçlarına ulaşmak için hatırlayıp, son yıllarda mahallelere sık sık “size su getireceğiz müjdeleri” vererek bunu nasıl yapacaklarından hiç bahsetmeyip şirketlerle birlikte kazanacakları parayı düşünenlerdir.
  • Onlar; yer üstünde mevcut sulak alanları tüketip bitirdikleri yetmediği gibi “su depolama tesislerini arttırmayı, sürdürülebilir yeraltı suyu çıkarma, havzalar arası su nakli”ni yaşama geçirmeyi hedefleyenlerdir.
  • Onlar; deprem riski bahanesi ile kültürel alanları, kültür yapılarını, hakkın yaşam alanlarını, meydanları, sokakları yıkarak, yok ederek otel, AVM, lüks gökdelenler ile üst gelir grubunun kullanımına ve sermaye birikimine sokanlardır. 
  • Onlar; Halklar arasına güvenlik barajı setleri yapanlardır. 
  • Onlar; yaşam alanlarını koruyan halkın üzerine polisi, askeri, şirketlerin özel güvenlik kuvvetleri ile saldıranlardır.
  • Onlar; aralarında yaptıkları Kentsel Su Mutabakatı, Su Hakkı Sözleşmeleri gibi protokoller ile yer altı ve yerüstü sularına göz dikenlerdir.

Hayatın her alanında; tüm geçimlik ihtiyaçlarda, sağlıkta, eğitimde, enerjide, ulaşımda; parası olanın yararlanabildiği olmayanın ise ölümlere neden olabilecek sonuçlarla karşı karşıya kaldığını düşünürsek nasıl bir sistemde yaşadığımız çok net ortaya çıkmaktadır.

”Suyu metalaştırma politikaları kentte, kırda insanların ve diğer tüm canlıların yaşam hakkına saldırıyor. Yaşadıklarımız, kapitalist sistemin varlık nedeni olan metalaşmanın suya yansımasıdır. Ardında ise;

Kapitalizmin dayatması ve şirketlerin sermaye birikim hedefleri yatmaktadır.

Karşı karşıya bırakıldığımız bu süreçte şirketler ve devletler işbirlikçiliği yapmaktadır. AKP iktidarı da yaşamın vazgeçilmez bileşenlerinden olan suyun, alınır satılır meta haline getirilmesine, suların satışa çıkarılmasına, su hizmetlerinin özelleştirilmesine ve piyasalaştırılmasına dönük adımları atarken ticarileştirme projelerini hayata geçirmek için gereken yasal altyapıyı da hazırlamıştır. Artık bulunduğu yerelde yaşayan halkın ulaşım, su, enerji gibi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olması gereken yerel yönetimler, bu ihtiyaçlar alanını “kârlı sektörler” olarak gören şirketler gibi hareket etmektedirler.

“Enerji kalkınmadır, HES temiz enerjidir” diyerek derelerimizi ve vadilerimizi HES mezarlığına döndürüyor, suyumuzu, geleceğimizi, tüm canlı ve cansız yaşamı yok ediyorlar.

Su varlıklarını ve havzaları doğrudan tehdit eden bir diğer uygulama ise kaya gazı adı verilen pratiktir. Hidrolik kırılma yöntemi ile gerçekleştirilen bu pratik için gereken tonlarca su yüzey ve yeraltı temiz su kaynaklarından çekiliyor. Diğer yandan Hidrolik kırılma yöntemi uygulamasının sonunda yüzeye saçılan zehirli sıvıların saçılması/yayılması çevredeki içme suyu kaynaklarını da zehirliyor. 

Hidrolik kırılma yöntemi sırasında, yeraltına verilen kimyasallı suyun kayaların parçalanması sonrasında açığa çıkan ağır metallerle de karışmış olarak yüzeye geri dönmesi içme suyu kaynaklarını ve dolayısıyla insan ve canlı yaşamını tehdit ediyor.  

Diyarbakır Sarıbuğday köyünde Shell firmasınca “kaya gazı” sondajları başlatılmıştır. Türkiye’de Diyarbakır dışında Trakya, Niğde ve Karadeniz’in bazı bölgelerinde kaya gazı rezervlerinin varlığından söz edenler tüm bu bölgelerin su kaynaklarını bu amaçla kontrol etmek istemektedirler. 

Türkiye’nin enerji ihtiyacı gerekçesi ile yapılanların, HES saldırılarının, ardında karbon ticaretinin de olduğunu biliyoruz. Kapitalistlerin kasalarını dolduran karbon ticareti, bizim soluduğumuz temiz hava üzerinden yapılan ticarettir, karbon kazançları bizim ormansız, soluksuz ve susuz kalmamıza bağlıdır. 

[BM İklim Değişikli Kyoto Protokolü (1997) küresel ısınmayı arttıran atık gazların salınımı ülkeler için belli değerlerde izne bağlanmıştır. İzin verilen değerleri aşan, sera gazı salınımı yapan ülkelere bu değerleri aşmayan ülkelerden kota satın almaları yasallaştırıldı. Bu değerleri aşmayan devletlerin kota “hak”larını satabilmek için ise; ülkelerini her türlü hidroelektrik, rüzgar ve güneş santrali yapımına açarak, ormanlarını yerli ve yabancı şirketlere pazarlayarak, milli parklarını bile ticarileştirmeleri gerekmektedir. Bugün BM kararları ile sera gazı yayan ve kendisine izin verilen değerleri aşan ülkelerdeki şirketler, temiz enerji üretimi yapan ya da atık gaz salma kotasını aşmayan ülkelerdeki şirketlerden borsa üzerinden kirletme hakkını satın alabilmektedir.]

  • Kirli işlerinde kullanacakları enerjiyi artırmak için,
  • Daha fazla kâr elde etmek için,
  • Küçük çiftçiliği ortadan kaldırıp, tarımı şirketleştirmek için,
  • Yaşam için gereken suyu, sanayide kullanmak için,
  • Temiz enerji üretiyoruz gerekçesi ile karbon borsasından para kazanmak için... sularımızı satıyorlar

Şirketlere ve devletlere göre “su fiyatları yüksek olursa halk daha az su kullanır; böylece şirketler hem su satışından kâr eder hem de üretimde ihtiyaç duydukları su miktarlarını azaltmak zorunda kalmaz, böylece kârlılıklarını devam ettirebilirler...”

 şimdiden, evlerimizdeki su sayaçlarını kontörlü sayaçlarla değiştirmeye başladılar.

Yaşamlarımız, bundan sonra kontör satın alma gücümüze bağlı olacak. Tıpkı cep telefonu kontörü satın alma gibi su kontörü satın alacağız, suyu kullanmadan peşin ödeme yapacağız/yapmaktayız. Cep telefonunu daha az kullanabilir, kontör maliyetlerini aşağıya çekebiliriz.

Sebze, meyveleri yıkamadan yiyebilir miyiz? Evimizi, giysilerimizi, eşyalarımızı yıkamadan, kendimizin ve çocuklarımızın bedensel temizliğini yapmadan, yemek pişirmeden ve su içmeden kaç gün idare edebiliriz? Bütün bunlar, salgın hastalıklara davetiye çıkarmak değil midir?

Derelerimiz Satıldı

Son birkaç yıldır Dersim’in 85 kilometre uzunluğundaki Munzur Vadisi’yle çevresi. 8 adet baraj ve hidroelektrik santral projesi nedeniyle yok olmakla karşı karşıya kalmıştır. Munzur Vadisi’yle çevresinin doğal dengesini bozan bu girişim, vadiyle çevresindeki insanları göçe zorlayarak yaşam kültürünün temellerini yok etmektedir. 

Peri Suyunda yapımı planlanan Termik Santral ile birlikte, 9 HES projesinde 5 tanesinin inşaatına başlanmış ve önümüzdeki süreçte diğer 4 tanesine başlanacaktır. Yalnızca yapımı süren Pembelik Barajı ile  11 köyümüz sular altında kalacaktır. Bu bölgedeki barajların enerji ve sulama dışında bir diğer işlevinin de güvenlik gerekçeli olduğu DSİ tarafından açıkça ifade edilmektedir. Güvenlik barajlarının güvenliğini sağlamak amacıyla, köylülerin meralarına ve ormanlık alanlara yaptırılan Karakollar, köylülerin ihtiyaçları için kullandığı yeraltı kaynak sularına da el koyarak insanların ve diğer canlıların suya erişimini engellemektedirler. 

Artvin’de Çoruh Vadisi boyunca, vadi üzerinde yer alan onlarca köyle Yusufeli İlçesi, projelendirilen 35 adet baraj ve hidroelektrik santral nedeniyle sular altında kalacak, tarihi, kültürel ve doğal güzellikleriyle yok olacaktır. Hasankeyf’te, Alianoi’de yapılan barajlarla tarihi, kültürel değerlerimiz aynı şekilde sular altında kalmış yol aolma sürecindedir.

İzmir Bergama’da, Kaz Dağları’nda, Ordu Fatsa’da, Artvin’de özel şirketler maden arama girişimleriyle doğayı tahrip etmektedir. Doğu Karadeniz’de, Rize Fındıklı’da, Çayeli, Hemşin, Çamlıhemşin, İkizdere, Askaroz, Trabzon’da İkizdere Çağlayan Deresi’nde, Uzungöl’de, Artvin’de Papart’ta, Balcı’da, Maçehel’de, Barhal’da dereler üzerlerine yapılan, sayılan yüzlerce olan, ancak ürettikleri enerji, tümü bittiği zaman Türkiye enerji açığının ancak binde 9’unu üretebilecek olan hidroelektrik santrallerle ya da barajlarla doğa katliamı yaşatılmaktadır. Hopa’da, Kemalpaşa’da, Yeşilırmak ve Kelkit Vadilerinde, Gerze’de, Manavgat’ta, Fındıklı, Anlı, Çağlayan’da, Solaklı’da, Şenoz’da, Tonya’da HES ler ile dereden alınan suların doğaya ulaşamamasıyla doğal yaşam yok olmaktadır.Anadolu’nun her yerinde yapılmakta olan HES’ler nedeniyle ormanlar ve doğa tahrip edilmektedir. Çay, kivi yetiştiren, organik arıcılıkla geçinen halkın gelir kaynakları zarar görmekte, üretim giderek azalmaktadır.

Derelerin Kardeşliği Platformu ve yöre halkının verdiği mücadele sonunda Çağlayan Deresi birinci derece SİT alanı ilan edilmiş ve üzerine yapılacak HES projeleri için yürütmeyi durdurma kararı alınmıştır. Yine Artvin Papart Dereleri’nde, İkizdere ve Hemşin Dereleri’nde yapılacak HES’lerle ilgili yürütmeyi durdurma kararı alınmış, katliamlar geçici olarak durmuştur. Ancak AKP Hükümeti’nin 2010 yılı ikinci yarısında arka arkaya çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler ile hukuksal mücadelenin de önü kesilmiştir. Artık Sinop Gerze’de, Perisuyunda, Tortum’da, Fındıklı’da Arılı’da, Solaklı’da olduğu gibi suyumuzun başında nöbet tutmaktan, topyekûn fiili ve meşru mücadeleden başka seçenek kalmamıştır. Çünkü sadece Doğu Karadeniz Bölgesi’nde işletme ruhsatı alan HES’lerin sayısı binleri geçmiştir.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teşkilat esaslarını belirleyen kanun hükmünde kararnamelerle Anadolu’daki tüm doğal sit kararları ve koruma kararları “yeniden düzenlenecek” gerekçesi ile kaldırılmıştır. Bu kararname ile devletin sit kararları ya da koruma kararları nedeniyle korunan bu vadilere, elinde su kullanım hakkı olan şirketlerin girmesi için izin vermesi anlamını taşımaktadır.Melen ve Kızılırmak havzalarında sular, İstanbul ve Ankara’da yaşayanların su ihtiyacını karşılanacağı iddia edilerek kendi ekosistemlerinde yaratacakları etki hiçe sayılarak ve planlanamayan harcamalar yapılarak, kilometrelerce boruların içine alınarak/hapsedilerek taşınmıştır. Amacının havzalar arası suyun taşınabilir olduğuna halkı kanıksatmak olan bu projelerle yapılan sistemler bugün atıl olarak terk edilmiştir.

Dünyanın ve Türkiye’nin ender lagünlerinden biri olan Küçükçekmece Lagünü örneğinde olduğu gibi, Trakya’da Ergene Nehri’nde, Tuz Gölü’nde olduğu gibi sulak alanlar, istenildiğinde mastır plan değişiklikleri ve yönetim kararlarıyla, defalarca havza korumadan çıkarılmış ve yerleşime ve sanayiye açılarak kirletilmesine göz yumulmuştur

Yasa değişiklikleriyle, yerel yönetimler “hizmetleri yapar veya yaptırır” olarak yetkilendirilmiş (5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. maddesinde yapılan değişiklikle). 1/100000’lik nazım planlar yaptırılarak havza, arazi kullanım kararları değiştirilmiştir (İstanbul 1/100000’lik nazım planında olduğu gibi). Ulusal eylem planlarında, yeraltı sularının kullanıma açılması, derelerin, su havzalarının kullanım haklarının şirketlere devredilmesi gibi su kullanımıyla ilişkin kararlar hızlıca şirketler lehine alınmıştır, 

Tohumculuk ve geçimlik tarımcılığı yok edecek olan Tohumculuk Kanunu çıkarılarak çiftçilerin tohum üreterek satmasına yasak getirilmiş, GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar) ile ilgili Biyo güvenlik Yasası çıkarılmış, GDO’lu ürünlerin ithalatına serbestlik getirilmiş, gıda maddeleri imalatında ve hayvan yemi olarak kullanımı serbest bırakılmıştır.

Sulama Birlikleri ile çiftçilere sattıkları suyu şirketler aracılığıyla satmak için yasalar hazırlanmıştır. Sulama Birlikleri’nin görevlerini Devlet Su İşlerine, sonra suyu çiftçilere satsın diye şirketlere devredecekler, şirketlerden çiftçinin tarlasına kontörlü su sayaçları koyacak, su parasını ödeyemeyen çiftçi, ürününü sulayamayacak ve mahsul tarlada kuruyacaktır. Mazot, tohum, zirai ilaç, gübre kredilerinden sonra küçük çiftçiler, artık, su için de kredi almaya, borçlanmaya başlayacaktır. 

SONUÇ 1: Üretim maliyetlerini karşılayamayan küçük çiftçiler ellerindeki toprakları büyük şirketlere veya değişik yapılara satmak zorunda kalacaklar. Yaşamak için kentlere göç edecekler. Kentlerde işsizlik arttıkça, yoksullaşma sadece işsizler arasında değil çalışanlar arasında da hızlanacak. Yoksullaşma yayıldıkça, su kontörü alamayanların bir yandan sayısı artarken; diğer yandan da suya erişimleri azalacak. Suya erişim azaldıkça başta bebekler ve çocuklar olmak üzere yoksul halk arasında hastalık ve ölümler artacaktır.

SONUÇ 2: Ayrıca, tarımsal sulamanın bedeli piyasa fiyatlarına göre belirlendiğinde, tarımsal gıda ürünlerinin maliyetleri ve satış fiyatları da yükselecek. Mevcut yetersiz beslenmeye ek olarak, parasızlığa dayalı açlık da gündeme gelecektir.

Kentsel su sistemlerini etkili ve verimli kılmak için neler yapacaklar?

Yalnızca dereleri, gölleri ve barajları değil, şehirlerdeki su dağıtım şebekelerini İSKİ’leri, ASKİ’leri de şirketlere devredecekler. Şirketlerin tek hedefi daha fazla kâr etmektir. Daha fazla kâr etmek ise, ancak suyun fiyatını sürekli artırmak maliyetleri ise en aza indirmekle mümkündür.

"Ekvador’un Guayaquil kentinde suyu etkili ve verimli hale getirmek adına, şehir suyu özel şirketlere satıldı. Su özelleştirmesinin ardından, belediye su hizmetlerinde çalışan işçi, mühendis ve teknisyenlerin yüzde 80’i işten çıkarıldı. İşten çıkarılanların yerine özel iş bürolarından kiralanan geçici, güvencesiz, çok düşük ücret ödenen kadrolar istihdam edildi." Cesar Cardenas

Su sistemlerini etkili ve verimli kılmak için;

  • Daha az sayıda işçi, teknisyen ve mühendise çok daha fazla iş yükleyecekler,
  • İşten çıkardıkları kadroların yerine, güvencesiz, geçici, çok daha düşük ücretler karşılığında bile çalışmayı kabul edecek kadar zor durumda olan emekçileri alacaklar.
  • Maliyetleri artıracak yatırımlardan kaçacaklar.
  • Bu yüzden suyun kalitesi kötüleşecek.
  • Bu yüzden hastalık ve ölüm riskleri artacak.
  • Bu yüzden su kesintileri de artacak.
  • Evlerimizde, tarlalarımızda kullandığımız suyu bize çok yüksek fiyatlarla satacaklar.

‘Doğal sistemleri koruma’nın yolu nehirleri kurutmaktan mı geçiyor?

İstanbul’da 5. Dünya Su Forumu’nda “çevresel sorunların daha iyi yönetimi için yapılan su ile ilgili temel eylemlerin, yoksulluğun azaltılması, ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşılması ve biyolojik çeşitlilik ve doğal sistemlerin korunması için büyük önem arz ettiğinin bilinciyle...” diyerek ekosistem’i ve çevreyi düşündüklerini söylediler ama...

Sürekli “su kıtlığından bahsedenler, kirlenmeden kaynaklanan suyun kalitesindeki bozulmaya nedense hiç değinmiyorlar! 

İçilebilir kalitedeki tonlarca temiz suyu sanayi üretiminde kullanan şirketlerin su hakkımıza saldırıları bununla da kalmıyor. 

Doğadan bozunmadan aldıkları suyu üretim süreçlerinde kirletip, arıtmadan tekrar doğaya geri veriyorlar. Böylece, kullandıkları sudan çok daha fazla miktarlarda yer altı ve yer üstü suyunu zehirleyerek halkın sağlığını ve ekosistemin varlığını tehlikeye atıyorlar. 

Bir yandan çevre ve ekosistem edebiyatı yapıp bir yandan da “nehirlerimiz boşa (denize) akıyor” diyerek tutarsızlıklarını ortaya koyuyorlar.

Hindistan’da aynı nehrin üzerine 8 baraj inşa edildikten sonra “nehrin denize akışı önlenmiş” ama ortada nehirden eser bile kalmamıştır”. Nehir boşa akmasın” demek; su hakkını piyasaya teslim etmek ve en temel hakkı parayla ölçmeye kalkmak, akarsuları, halkların yaşamını ve tüm ekosistemi yeryüzünden tamamen silmektir. 

Varlığı ve kalitesi ile korunan su, ekosistemin de var olmasını sağlayacaktır.

Ya parayı bilmeyen ya da kullanmayan canlılar ne olacak?

İnsanların dışında kalan ve suya bağlı yaşamını sürdüren ama parayı yaşamında kullanmayan, bilmeyen, tanımayan diğer canlılar ne olacak, ne yapacak?

Onların suya erişememeleri sonucunda yok olmaları neye mal olacak? 

Eksilikleri ile ortaya çıkacak sorunları, doğanın yok oluşunu para ile ölçmek olası mı? 

Kirliliğini önleyemediğimiz Ergene Havzası’nı, Gediz Nehri’ni, Porsuk Çayı’nı, Menderes Havzası’nı, Küçükçekmece Lagünü’nü para ile eski haline ulaştırabilir miyiz, yok olan Aral Denizi’ni geri getirebilir miyiz? 

Suyun yaşamdaki değerine paha biçilemez, doğanın değeri parayla ölçülemez. Bu anlamda su ve su havzaları (dereler, göller, kıyılar, vadiler, ovalar, deltalar, yer altı katmanları, ormanlar, meralar) şirketlerin kâr histerisine terk edilemez. Unutulmamalıdır; suyun ticarileştirilmesi, tüm canlıların suya erişememesi demektir. Suya erişememek ise; kadınlar için; daha uzun yollar kat etmek, bebekler ve çocuklar için; minik bedenlerin hızla su kaybetmesi ve su kirliliği yüzünden ölmek, köylüler ve yoksul halklar için; açlık, ya da tüm insan, hayvan ve bitkiler için; ölüm demektir. Çünkü canlı yaşam için gerekli olan suyun yerine geçebilecek başka bir sıvı yoktur.

Krizin şiddetlenmesiyle, başta Orta Doğu olmak üzere bütün doğal enerji koridorları emperyalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyamızda canlı hayatın sürmesinin en temel unsuru olan su, alınıp satılan bir piyasa malı haline getirilmiştir.

Yukarıda aktarılan nedenlerden ötürü, yaşadığımız dönemde en önemli toplumsal mücadele konularından birinin “suyun özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve metalaştırılması konusu olduğu açıktır.

Su; şirketlerin kârını artırmak için değil, halkın ve tüm canlıların yaşamı için gereklidir. Bu nedenle bir HAKTIR! Doğanın ve tüm canlıların hakkıdır.

Dünyadaki ve ülkemizdeki su politikalarının iyi izlenmesi ve gündemde olan özelleştirmelere tavır alınması amacındayız. 2009 yılında ülkemizde yapılan Dünya Su Forumu’nu ve ardından AKP hükümeti tarafından hızlandırılan uygulamalarını, platform olarak teşhir ve protesto etmeye devam edeceğiz. Birleşerek, örgütlenerek, mücadele ederek suyu ticarileştirmeye çalışan şirketleri ve devletleri durdurabiliriz. 

Türkiye’nin her yerinde suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele veren Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu(STHP) birleşenleri olarak bizler; kavgamızı yalnızca kendi yerelimizdeki sorunla sınırlı tutmayacağız, kendi bölgemizde kazansak da kaybetsek de mücadeleye devam edeceğiz.

Halka ve doğaya ait olan suyun, ticari bir mal değil, temel bir yaşam hakkı olduğunun savunulduğu mücadelemiz, her canlı, suya özgürce erişinceye kadar devam edecektir: 

Şirketlerin, “temiz enerji” yalanı ardına sığınarak karbon pastasındaki paylarını büyütmek için suyumuzu, doğamızı katletmesine, geleceğimizi yok etmesine seyirci kalmayacağız.

 Çağrımız; suyun ticarileştirilmesini durdurmak, dereleri, ormanları, meraları, yeraltı sularını kapitalizmin kıskacından kurtarmak için birlikteliğe ve mücadeleye çağrıdır...

Kapitalizmin özelde suya, genelde yaşamın her alanına yönelik sürdürdüğü saldırılarını durdurmayı, karşı mücadeleyi büyütmeyi amaçlayan;  örgütlülüğünü,  önümüzdeki dönemde alacağı pozisyon ve üreteceği politikaları belirlemek amaçlı bileşenleri ile bir toplantı düzenledi.

STHP bileşeni olarak, TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi’nin de katıldığı, toplantıda, suyun ticarileştirilmesini durdurmak, dereleri, ormanları, meraları, yeraltı sularını kapitalizmin kıskacından kurtarmak için birlikteliğe ve mücadeleye çağrı yapıldı.

Suyumuzu, Yaşamımızı Satıyorlar

Mayıs ayından bu yana süren Gezi Direnişimiz, sadece bir kamusal alanın değil, bu ülkedeki bütün nehirlerin, göllerin, dağların, ormanların, sulak alanların, havzaların, kırların, kentlerin ve emeğin ortak çığlığıdır. 

Özellikle 2006 yılından itibaren Türkiye’nin uzak noktalarından, yerellerden su kaynaklarını, yaşam alanlarını korumak için yükselen feryatlar, mücadeleler, gözaltılar, tutuklamalar ve ölümler Gezi Direnişimiz ile birlikte artık “yakın” olmuştur. Bu anlamda Gezi Parkı’nı savunmak demek, “Temiz Enerji” yalanıyla ticarileştirilerek, geri dönüşümsüz doğa katliamlarına kaynak olan; HES’lere (Hidroelektrik Santrallere), karşı da  mücadele etmek demektir. 

Gezi Direnişimiz, İstanbul’un Kuzey Ormanları ve Istrancalar için, tarihi Yedikule Bostanları için, Kaz Dağları için, Hasankeyf için, Karaburun yarım adası için direnmektir. Çünkü bütün betonlaşmalar doğaya birinci dereceden yapılan geri dönüşsüz yıkımlardır. Çünkü ağaç yoksa su yoktur, suyun olmadığı yerde de ağaç yoktur, ağaç ve suyun olmadığı yerde ise ne sulak alan kalır ne de mera.

DERELERIMIZE, KIRLARIMIZA, KENTLERIMIZE YANI YAŞAMLARIMIZA SALDIRIYORLAR:

Türkiye’de su metalaştırılıyor (piyasada alınır-satılır mala dönüştürülüyor); dereler şirketlere satılıyor, su hizmetleri özelleştiriliyor, sulama kanallarına ve kuyulara sayaçlar takılıyor. 

Akarsular ve yer altı suları, şirketlere devrediliyor. Bu satışlarda önce su kullanım hakkı sözleşmeleri ile, akarsuları besleyen ormanlar, meralar ve tarım alanları hukuksuz bir şekilde kamulaştırılıyor, ardından da şirketlere devrediliyor, yani satılıyor. Akarsuların kullanım hakkını satın alan şirketler; suyu, dere yatağından alarak, boruların içine hapsederek ya da kanallarla taşıyarak, yaptıkları HES (hidroelektrik santral) projeleri ile doğal dengeyi altüst ediyor, yöre halkının, ovadaki canlıların, ekosistemin su kullanım hakkı yok ediliyor..

Buna karşı; HES’lerin kurulduğu/kurulacağı Türkiye’nin tüm derelerinde, havzalarında: Fındıklı’dan (Karadeniz’den) Alakır’a (Akdeniz’e). Peri Suyundan, Munzur’dan (Doğu’dan) Yuvarlakçay’a (Batı’ya) kadar her yerde halk, yaşamı, yaşam alanlarını ve doğayı savunuyor.

Kentlerde ise özel işletmelere dönüştürülen yerel yönetimler, “hizmetlerin fiyatlandırılması” adı altında su hizmetini ticarileştiriyor, suya zam üzerine zam yaparak, kontörlü su sayaçlarını yaygınlaştırarak halkın suya erişim hakkını engelliyor.

İstanbul, Ankara, İzmir örneklerinde olduğu gibi birçok ilde yaşayan halk; musluktan akan suyu içemiyor, yer altı suları şişelenerek piyasada satılıyor ve halk suyu, su şirketlerinden satın almaya zorlanıyor.

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu KİMDİR?

Bizler; Emek Örgütleri, Meslek Odaları, Çiftçi Sendikaları, Su Mücadele Platformları, Demokratik Kitle Örgütleri ve Dernekleri, Siyasi Parti ve Siyasi Yapılar, Devrimci Örgütleriz...

Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu’nun bileşenleri olarak;

  • Halkın ve doğanın temel yaşam gerekliliği olan suyun, alınıp satılabilen, üzerinde borsa hesaplarının yapılabileceği bir piyasa malı olması gerektiğini söyleyenlere;
  • Evlerimize, okullarımıza, hastanelerimize kontörlü sayaç ve sulama kanallarına sayaç takmaya çalışanlara;
  • Sularımızı, su havzalarımızı kirletenlere ve sanayi atıklarıyla zehirlenmiş suların “temiz” olduğunu söyleyerek halkın ve diğer canlıların yaşamını yok sayanlara;
  • Temiz suyu, şirketlere sınırsızca kullandırmakta sakınca görmezken, sıra küçük çiftçilere, geçimlik tarım ve hayvancılık yapanlara, gecekondu mahallelerine, emeği ile çalışıp alın teri ile geçinenlere, yani halka geldiğinde; küresel ısınma, su krizi ve tasarruf edebiyatı yapanlara;
  • Enerji gereksinimi politikalarını çözmek için sermayeye alternatif yöntem önerenlere ve sözde yenilenebilir enerji politikaları ile sermayeyi destekleyenlere, doğal alanların ormanların, meraların, derelerin sermaye tarafından kullanılmasına destek olanlara,
  • Su krizini bahane ederek, doğayı ve kültürel mirasları yok sayarak “nehirler boşa akmamalı” gibi akıl dışı bir slogan etrafında birleşenlere;
  • Sanayi ve hizmet üretimi yapan bütün şirketlere;
  • Su şirketlerine,
  • Enerji şirketlerine,
  • Tohum tekellerine,
  • İnşaat ve finans şirketlerine,
  • Hükümetlere,
  • Yerel yönetimlere,
  • Onların uluslararası kuruluşu olan Dünya Su Konseyi (WWC),
  • Dünya Su Forumları (WWF),
  • Dünya Ticaret Örgütü (WTO),
  • Dünya Bankası,
  • Uluslararası Para Fonu (IMF),
  • G7, G8, G20 Devletleri.
  • Birleşmiş Milletler (BM) vb. yapıların bütün politika, karar ve uygulamalarına ve bu politikaları savunan şirket, hükümet destekli sivil toplum kuruluşlarına (STK’lara) KARŞIYIZ!

Mücadelemiz ve birlikteliğimiz, suyu, doğayı; dereleri, meraları, ormanları, tarım alanlarını ve yaşamı kapitalizmin kıskacından kurtarmak içindir ve kurtarıncaya kadar sürecektir.

Halka, doğadaki tüm canlılara ait olan suyun, devletler ve şirketlerin eline geçmesine engel olmak için,

  • Türkiye’de ve dünyanın her yerinde, yerellerde yaşananlar ile politik düzeyde atılan adımları ve bu yöndeki bütün gelişmelerin yanı sıra karşıt mücadele stratejilerini de yakından takip etmekte ve doğa için mücadele edenlerle el ele yürümekteyiz.
  • Toplanan bilgileri, bölgesel toplantılar üzerinden ve bültenler halinde duyuruyor, yayınlıyor ve böylece; halihazırda bilinçli bir şekilde yürütülen “yanlış bilgilendirme” sürecini tersine çevirmeyi ve halkın, kendi yaşam hakkına, suyuna sahip çıkması için gerekli farkındalık zeminini oluşturmayı amaçlıyoruz.
  • Suya ve yaşama yapılan saldırı karşısında deneyim aktarmanın önemli olduğunu, bir öncekinden dersler çıkararak ve asla yalnız yürümemek gerektiğini bilerek yolumuza devam ediyoruz.

Daha çok sermaye biriktirmek isteyenlerin çabaları, son 30 yılda eğitimden sağlığa, sosyal güvenliğe, ulaşımdan, posta hizmetlerine, tohumculuğa ve doğal varlıklara kadar uzanmış, insanlığın, yeryüzünün ve doğanın bütün değerlerini hızla metalaştırmaya başlamıştır.  

Birleşmiş Milletler, 1977 yılında suyun insan hakkı olduğuna, 1992 yılında ise (Rio de Janerio ve Dublin Kongreleri) suyun alınıp satılabilen bir meta olduğuna karar vermiştir. 1996 yılında oluşturulan Dünya Su Konseyi aracılığıyla, işbirlikçi tekeller ve özel sektör temsilcilerinin ülke politikacıları ve yerel yöneticileri ile işbirliği sonucu su ve doğa tüm dünyada talana açılmıştır. Dünya Su Konseyi’nin amacı; tüm dünyada ve ülkemizde, tüm suların (suların, akarsuların, göllerin, yer altı sularının, barajların, şehirlerin su dağıtımının) özelleştirilmesini sağlamaktır. Dünya Su Konseyinin Forumları’ ile başlattığı uygulamalar sonucunda:

  • • İçme ve sulama suyu şirketlerinin yanı sıra inşaat, enerji, maden, kimya, metal, tarım, gıda ve pek çok endüstride faal olan tekeller ve onlarla işbirliği yapan yerel yönetimler, su çıkarma, dağıtım, sulama sistemleri, nehir tipi hidroelektrik santraller, yeraltı suları ve baraj yapımı ihalelerinde hak talep etmeye başlamıştır.
  • • Daha şimdiden dünyanın pek çok yerinde içme sularının dağıtımı özelleşmiş ve yoksul halkların ciddi tepkileriyle karşılaşmıştır.
  • • Ülkemizde de bir kaç ilin su dağıtım şebekeleri özelleştirilmiştir. 
  • • Öte yandan suyun ticarileştirilmesi, metalaştırılması çabaları yalnızca yoksulların temiz suya erişim hakkını tehdit etmekle de kalmamaktadır. Yeni baraj ve santral inşaatları yüzünden dünya halklarını ve gelecek nesilleri, mevcut su havzalarının tümüyle kaybedilmesi, havzalardaki canlı yaşamın tür ve biyoçeşitliliğin tahrip edilerek ekosistemin döngüsünün bozulması, tarihi ve kültürel mirasın yok edilmesi gibi telafisi mümkün olmayan tehlikeler beklemektedir.
  • Tarımdaki hızlı kapitalistleşme sürecinde tohum, gübre, akaryakıt vb. gibi zorunlu üretim girdilerini temin etme gücü bile kalmamış olan ve geçimlik tarımla yaşamını sürdürmeye çalışan milyonlarca köylü için suyun piyasa malı olmasının beklenen sonuçları:
  • Köylünün tarımdan tamamen koparılması,
  • Toprakların şirketlerin eline geçmesi,
  • Şirketlerin gen kaynaklarına ve gıdaya da egemen olmasıdır.

Suyu satın almaya gücü yetmeyen milyonlarca köylü ve çiftçinin, topraklarından koparılarak büyük kentlere zorla göç ettirilmesinin sonuçları,

Yığınsal işsizliğin ve yoksulluğun doruğa çıkmasına
Çarpık kentleşmenin en uç noktaya ulaşmasına yol açacaktır.

Kentlerin gecekondu mahallelerinde suya erişim hakkı daha da zorlaşacak ,insan hakları ihlalleri ağır ve yıkıcı olacaktır.

Su, halka ve doğaya aittir, alınıp satılamaz, ticarileştirilemez, halkın ve doğanın su kullanım hakkı engellenemez.

 

ABD, Kanada, Japonya, Almanya, Fransa, İngiltere, İtalya gibi merkez kapitalist devletlerde  ülkelerde suyun % 59’unu sanayi ve hizmet şirketleri kullanıyor. bu ülkelerde de milyonlarca işsiz ve geçimlik toprağını şirketlere kaptırmamak için mücadele eden yüz binlerce küçük çiftçinin olduğunu biliyoruz.

 

  • Bizi susuz bırakarak terbiye etmeye çalışan ve böylece su özelleştirmelerine toplum desteği sağlamayı uman iktidarlar ve yerel yönetimleri dünyanın her bölgesinde görüyoruz.
  • Onlar; yönetiminde oldukları mahalleleri ve semtleri sadece seçim zamanı ve amaçlarına ulaşmak için hatırlayıp, son yıllarda mahallelere sık sık “size su getireceğiz müjdeleri” vererek bunu nasıl yapacaklarından hiç bahsetmeyip şirketlerle birlikte kazanacakları parayı düşünenlerdir.
  • Onlar; yer üstünde mevcut sulak alanları tüketip bitirdikleri yetmediği gibi “su depolama tesislerini arttırmayı, sürdürülebilir yeraltı suyu çıkarma, havzalar arası su nakli”ni yaşama geçirmeyi hedefleyenlerdir.
  • Onlar; deprem riski bahanesi ile kültürel alanları, kültür yapılarını, hakkın yaşam alanlarını, meydanları, sokakları yıkarak, yok ederek otel, AVM, lüks gökdelenler ile üst gelir grubunun kullanımına ve sermaye birikimine sokanlardır. 
  • Onlar; Halklar arasına güvenlik barajı setleri yapanlardır. 
  • Onlar; yaşam alanlarını koruyan halkın üzerine polisi, askeri, şirketlerin özel güvenlik kuvvetleri ile saldıranlardır.
  • Onlar; aralarında yaptıkları Kentsel Su Mutabakatı, Su Hakkı Sözleşmeleri gibi protokoller ile yer altı ve yerüstü sularına göz dikenlerdir.

Hayatın her alanında; tüm geçimlik ihtiyaçlarda, sağlıkta, eğitimde, enerjide, ulaşımda; parası olanın yararlanabildiği olmayanın ise ölümlere neden olabilecek sonuçlarla karşı karşıya kaldığını düşünürsek nasıl bir sistemde yaşadığımız çok net ortaya çıkmaktadır.

”Suyu metalaştırma politikaları kentte, kırda insanların ve diğer tüm canlıların yaşam hakkına saldırıyor. Yaşadıklarımız, kapitalist sistemin varlık nedeni olan metalaşmanın suya yansımasıdır. Ardında ise;

Kapitalizmin dayatması ve şirketlerin sermaye birikim hedefleri yatmaktadır.

Karşı karşıya bırakıldığımız bu süreçte şirketler ve devletler işbirlikçiliği yapmaktadır. AKP iktidarı da yaşamın vazgeçilmez bileşenlerinden olan suyun, alınır satılır meta haline getirilmesine, suların satışa çıkarılmasına, su hizmetlerinin özelleştirilmesine ve piyasalaştırılmasına dönük adımları atarken ticarileştirme projelerini hayata geçirmek için gereken yasal altyapıyı da hazırlamıştır. Artık bulunduğu yerelde yaşayan halkın ulaşım, su, enerji gibi yaşamsal ihtiyaçlarını karşılamakla görevli olması gereken yerel yönetimler, bu ihtiyaçlar alanını “kârlı sektörler” olarak gören şirketler gibi hareket etmektedirler.

“Enerji kalkınmadır, HES temiz enerjidir” diyerek derelerimizi ve vadilerimizi HES mezarlığına döndürüyor, suyumuzu, geleceğimizi, tüm canlı ve cansız yaşamı yok ediyorlar.

Su varlıklarını ve havzaları doğrudan tehdit eden bir diğer uygulama ise kaya gazı adı verilen pratiktir. Hidrolik kırılma yöntemi ile gerçekleştirilen bu pratik için gereken tonlarca su yüzey ve yeraltı temiz su kaynaklarından çekiliyor. Diğer yandan Hidrolik kırılma yöntemi uygulamasının sonunda yüzeye saçılan zehirli sıvıların saçılması/yayılması çevredeki içme suyu kaynaklarını da zehirliyor. 

Hidrolik kırılma yöntemi sırasında, yeraltına verilen kimyasallı suyun kayaların parçalanması sonrasında açığa çıkan ağır metallerle de karışmış olarak yüzeye geri dönmesi içme suyu kaynaklarını ve dolayısıyla insan ve canlı yaşamını tehdit ediyor.  

Diyarbakır Sarıbuğday köyünde Shell firmasınca “kaya gazı” sondajları başlatılmıştır. Türkiye’de Diyarbakır dışında Trakya, Niğde ve Karadeniz’in bazı bölgelerinde kaya gazı rezervlerinin varlığından söz edenler tüm bu bölgelerin su kaynaklarını bu amaçla kontrol etmek istemektedirler. 

Türkiye’nin enerji ihtiyacı gerekçesi ile yapılanların, HES saldırılarının, ardında karbon ticaretinin de olduğunu biliyoruz. Kapitalistlerin kasalarını dolduran karbon ticareti, bizim soluduğumuz temiz hava üzerinden yapılan ticarettir, karbon kazançları bizim ormansız, soluksuz ve susuz kalmamıza bağlıdır. 

[BM İklim Değişikli Kyoto Protokolü (1997) küresel ısınmayı arttıran atık gazların salınımı ülkeler için belli değerlerde izne bağlanmıştır. İzin verilen değerleri aşan, sera gazı salınımı yapan ülkelere bu değerleri aşmayan ülkelerden kota satın almaları yasallaştırıldı. Bu değerleri aşmayan devletlerin kota “hak”larını satabilmek için ise; ülkelerini her türlü hidroelektrik, rüzgar ve güneş santrali yapımına açarak, ormanlarını yerli ve yabancı şirketlere pazarlayarak, milli parklarını bile ticarileştirmeleri gerekmektedir. Bugün BM kararları ile sera gazı yayan ve kendisine izin verilen değerleri aşan ülkelerdeki şirketler, temiz enerji üretimi yapan ya da atık gaz salma kotasını aşmayan ülkelerdeki şirketlerden borsa üzerinden kirletme hakkını satın alabilmektedir.]

  • Kirli işlerinde kullanacakları enerjiyi artırmak için,
  • Daha fazla kâr elde etmek için,
  • Küçük çiftçiliği ortadan kaldırıp, tarımı şirketleştirmek için,
  • Yaşam için gereken suyu, sanayide kullanmak için,
  • Temiz enerji üretiyoruz gerekçesi ile karbon borsasından para kazanmak için... sularımızı satıyorlar

Şirketlere ve devletlere göre “su fiyatları yüksek olursa halk daha az su kullanır; böylece şirketler hem su satışından kâr eder hem de üretimde ihtiyaç duydukları su miktarlarını azaltmak zorunda kalmaz, böylece kârlılıklarını devam ettirebilirler...”

 şimdiden, evlerimizdeki su sayaçlarını kontörlü sayaçlarla değiştirmeye başladılar.

Yaşamlarımız, bundan sonra kontör satın alma gücümüze bağlı olacak. Tıpkı cep telefonu kontörü satın alma gibi su kontörü satın alacağız, suyu kullanmadan peşin ödeme yapacağız/yapmaktayız. Cep telefonunu daha az kullanabilir, kontör maliyetlerini aşağıya çekebiliriz.

Sebze, meyveleri yıkamadan yiyebilir miyiz? Evimizi, giysilerimizi, eşyalarımızı yıkamadan, kendimizin ve çocuklarımızın bedensel temizliğini yapmadan, yemek pişirmeden ve su içmeden kaç gün idare edebiliriz? Bütün bunlar, salgın hastalıklara davetiye çıkarmak değil midir?

Derelerimiz Satıldı

Son birkaç yıldır Dersim’in 85 kilometre uzunluğundaki Munzur Vadisi’yle çevresi. 8 adet baraj ve hidroelektrik santral projesi nedeniyle yok olmakla karşı karşıya kalmıştır. Munzur Vadisi’yle çevresinin doğal dengesini bozan bu girişim, vadiyle çevresindeki insanları göçe zorlayarak yaşam kültürünün temellerini yok etmektedir. 

Peri Suyunda yapımı planlanan Termik Santral ile birlikte, 9 HES projesinde 5 tanesinin inşaatına başlanmış ve önümüzdeki süreçte diğer 4 tanesine başlanacaktır. Yalnızca yapımı süren Pembelik Barajı ile  11 köyümüz sular altında kalacaktır. Bu bölgedeki barajların enerji ve sulama dışında bir diğer işlevinin de güvenlik gerekçeli olduğu DSİ tarafından açıkça ifade edilmektedir. Güvenlik barajlarının güvenliğini sağlamak amacıyla, köylülerin meralarına ve ormanlık alanlara yaptırılan Karakollar, köylülerin ihtiyaçları için kullandığı yeraltı kaynak sularına da el koyarak insanların ve diğer canlıların suya erişimini engellemektedirler. 

Artvin’de Çoruh Vadisi boyunca, vadi üzerinde yer alan onlarca köyle Yusufeli İlçesi, projelendirilen 35 adet baraj ve hidroelektrik santral nedeniyle sular altında kalacak, tarihi, kültürel ve doğal güzellikleriyle yok olacaktır. Hasankeyf’te, Alianoi’de yapılan barajlarla tarihi, kültürel değerlerimiz aynı şekilde sular altında kalmış yol aolma sürecindedir.

İzmir Bergama’da, Kaz Dağları’nda, Ordu Fatsa’da, Artvin’de özel şirketler maden arama girişimleriyle doğayı tahrip etmektedir. Doğu Karadeniz’de, Rize Fındıklı’da, Çayeli, Hemşin, Çamlıhemşin, İkizdere, Askaroz, Trabzon’da İkizdere Çağlayan Deresi’nde, Uzungöl’de, Artvin’de Papart’ta, Balcı’da, Maçehel’de, Barhal’da dereler üzerlerine yapılan, sayılan yüzlerce olan, ancak ürettikleri enerji, tümü bittiği zaman Türkiye enerji açığının ancak binde 9’unu üretebilecek olan hidroelektrik santrallerle ya da barajlarla doğa katliamı yaşatılmaktadır. Hopa’da, Kemalpaşa’da, Yeşilırmak ve Kelkit Vadilerinde, Gerze’de, Manavgat’ta, Fındıklı, Anlı, Çağlayan’da, Solaklı’da, Şenoz’da, Tonya’da HES ler ile dereden alınan suların doğaya ulaşamamasıyla doğal yaşam yok olmaktadır.Anadolu’nun her yerinde yapılmakta olan HES’ler nedeniyle ormanlar ve doğa tahrip edilmektedir. Çay, kivi yetiştiren, organik arıcılıkla geçinen halkın gelir kaynakları zarar görmekte, üretim giderek azalmaktadır.

Derelerin Kardeşliği Platformu ve yöre halkının verdiği mücadele sonunda Çağlayan Deresi birinci derece SİT alanı ilan edilmiş ve üzerine yapılacak HES projeleri için yürütmeyi durdurma kararı alınmıştır. Yine Artvin Papart Dereleri’nde, İkizdere ve Hemşin Dereleri’nde yapılacak HES’lerle ilgili yürütmeyi durdurma kararı alınmış, katliamlar geçici olarak durmuştur. Ancak AKP Hükümeti’nin 2010 yılı ikinci yarısında arka arkaya çıkardığı Kanun Hükmünde Kararnameler ile hukuksal mücadelenin de önü kesilmiştir. Artık Sinop Gerze’de, Perisuyunda, Tortum’da, Fındıklı’da Arılı’da, Solaklı’da olduğu gibi suyumuzun başında nöbet tutmaktan, topyekûn fiili ve meşru mücadeleden başka seçenek kalmamıştır. Çünkü sadece Doğu Karadeniz Bölgesi’nde işletme ruhsatı alan HES’lerin sayısı binleri geçmiştir.

Çevre ve Şehircilik Bakanlığının teşkilat esaslarını belirleyen kanun hükmünde kararnamelerle Anadolu’daki tüm doğal sit kararları ve koruma kararları “yeniden düzenlenecek” gerekçesi ile kaldırılmıştır. Bu kararname ile devletin sit kararları ya da koruma kararları nedeniyle korunan bu vadilere, elinde su kullanım hakkı olan şirketlerin girmesi için izin vermesi anlamını taşımaktadır.Melen ve Kızılırmak havzalarında sular, İstanbul ve Ankara’da yaşayanların su ihtiyacını karşılanacağı iddia edilerek kendi ekosistemlerinde yaratacakları etki hiçe sayılarak ve planlanamayan harcamalar yapılarak, kilometrelerce boruların içine alınarak/hapsedilerek taşınmıştır. Amacının havzalar arası suyun taşınabilir olduğuna halkı kanıksatmak olan bu projelerle yapılan sistemler bugün atıl olarak terk edilmiştir.

Dünyanın ve Türkiye’nin ender lagünlerinden biri olan Küçükçekmece Lagünü örneğinde olduğu gibi, Trakya’da Ergene Nehri’nde, Tuz Gölü’nde olduğu gibi sulak alanlar, istenildiğinde mastır plan değişiklikleri ve yönetim kararlarıyla, defalarca havza korumadan çıkarılmış ve yerleşime ve sanayiye açılarak kirletilmesine göz yumulmuştur

Yasa değişiklikleriyle, yerel yönetimler “hizmetleri yapar veya yaptırır” olarak yetkilendirilmiş (5393 sayılı Belediye Kanunu’nun 14. maddesinde yapılan değişiklikle). 1/100000’lik nazım planlar yaptırılarak havza, arazi kullanım kararları değiştirilmiştir (İstanbul 1/100000’lik nazım planında olduğu gibi). Ulusal eylem planlarında, yeraltı sularının kullanıma açılması, derelerin, su havzalarının kullanım haklarının şirketlere devredilmesi gibi su kullanımıyla ilişkin kararlar hızlıca şirketler lehine alınmıştır, 

Tohumculuk ve geçimlik tarımcılığı yok edecek olan Tohumculuk Kanunu çıkarılarak çiftçilerin tohum üreterek satmasına yasak getirilmiş, GDO (genetiği değiştirilmiş organizmalar) ile ilgili Biyo güvenlik Yasası çıkarılmış, GDO’lu ürünlerin ithalatına serbestlik getirilmiş, gıda maddeleri imalatında ve hayvan yemi olarak kullanımı serbest bırakılmıştır.

Sulama Birlikleri ile çiftçilere sattıkları suyu şirketler aracılığıyla satmak için yasalar hazırlanmıştır. Sulama Birlikleri’nin görevlerini Devlet Su İşlerine, sonra suyu çiftçilere satsın diye şirketlere devredecekler, şirketlerden çiftçinin tarlasına kontörlü su sayaçları koyacak, su parasını ödeyemeyen çiftçi, ürününü sulayamayacak ve mahsul tarlada kuruyacaktır. Mazot, tohum, zirai ilaç, gübre kredilerinden sonra küçük çiftçiler, artık, su için de kredi almaya, borçlanmaya başlayacaktır. 

SONUÇ 1: Üretim maliyetlerini karşılayamayan küçük çiftçiler ellerindeki toprakları büyük şirketlere veya değişik yapılara satmak zorunda kalacaklar. Yaşamak için kentlere göç edecekler. Kentlerde işsizlik arttıkça, yoksullaşma sadece işsizler arasında değil çalışanlar arasında da hızlanacak. Yoksullaşma yayıldıkça, su kontörü alamayanların bir yandan sayısı artarken; diğer yandan da suya erişimleri azalacak. Suya erişim azaldıkça başta bebekler ve çocuklar olmak üzere yoksul halk arasında hastalık ve ölümler artacaktır.

SONUÇ 2: Ayrıca, tarımsal sulamanın bedeli piyasa fiyatlarına göre belirlendiğinde, tarımsal gıda ürünlerinin maliyetleri ve satış fiyatları da yükselecek. Mevcut yetersiz beslenmeye ek olarak, parasızlığa dayalı açlık da gündeme gelecektir.

Kentsel su sistemlerini etkili ve verimli kılmak için neler yapacaklar?

Yalnızca dereleri, gölleri ve barajları değil, şehirlerdeki su dağıtım şebekelerini İSKİ’leri, ASKİ’leri de şirketlere devredecekler. Şirketlerin tek hedefi daha fazla kâr etmektir. Daha fazla kâr etmek ise, ancak suyun fiyatını sürekli artırmak maliyetleri ise en aza indirmekle mümkündür.

"Ekvador’un Guayaquil kentinde suyu etkili ve verimli hale getirmek adına, şehir suyu özel şirketlere satıldı. Su özelleştirmesinin ardından, belediye su hizmetlerinde çalışan işçi, mühendis ve teknisyenlerin yüzde 80’i işten çıkarıldı. İşten çıkarılanların yerine özel iş bürolarından kiralanan geçici, güvencesiz, çok düşük ücret ödenen kadrolar istihdam edildi." Cesar Cardenas

Su sistemlerini etkili ve verimli kılmak için;

  • Daha az sayıda işçi, teknisyen ve mühendise çok daha fazla iş yükleyecekler,
  • İşten çıkardıkları kadroların yerine, güvencesiz, geçici, çok daha düşük ücretler karşılığında bile çalışmayı kabul edecek kadar zor durumda olan emekçileri alacaklar.
  • Maliyetleri artıracak yatırımlardan kaçacaklar.
  • Bu yüzden suyun kalitesi kötüleşecek.
  • Bu yüzden hastalık ve ölüm riskleri artacak.
  • Bu yüzden su kesintileri de artacak.
  • Evlerimizde, tarlalarımızda kullandığımız suyu bize çok yüksek fiyatlarla satacaklar.

‘Doğal sistemleri koruma’nın yolu nehirleri kurutmaktan mı geçiyor?

İstanbul’da 5. Dünya Su Forumu’nda “çevresel sorunların daha iyi yönetimi için yapılan su ile ilgili temel eylemlerin, yoksulluğun azaltılması, ‘Bin Yıl Kalkınma Hedefleri’ne ulaşılması ve biyolojik çeşitlilik ve doğal sistemlerin korunması için büyük önem arz ettiğinin bilinciyle...” diyerek ekosistem’i ve çevreyi düşündüklerini söylediler ama...

Sürekli “su kıtlığından bahsedenler, kirlenmeden kaynaklanan suyun kalitesindeki bozulmaya nedense hiç değinmiyorlar! 

İçilebilir kalitedeki tonlarca temiz suyu sanayi üretiminde kullanan şirketlerin su hakkımıza saldırıları bununla da kalmıyor. 

Doğadan bozunmadan aldıkları suyu üretim süreçlerinde kirletip, arıtmadan tekrar doğaya geri veriyorlar. Böylece, kullandıkları sudan çok daha fazla miktarlarda yer altı ve yer üstü suyunu zehirleyerek halkın sağlığını ve ekosistemin varlığını tehlikeye atıyorlar. 

Bir yandan çevre ve ekosistem edebiyatı yapıp bir yandan da “nehirlerimiz boşa (denize) akıyor” diyerek tutarsızlıklarını ortaya koyuyorlar.

Hindistan’da aynı nehrin üzerine 8 baraj inşa edildikten sonra “nehrin denize akışı önlenmiş” ama ortada nehirden eser bile kalmamıştır”. Nehir boşa akmasın” demek; su hakkını piyasaya teslim etmek ve en temel hakkı parayla ölçmeye kalkmak, akarsuları, halkların yaşamını ve tüm ekosistemi yeryüzünden tamamen silmektir. 

Varlığı ve kalitesi ile korunan su, ekosistemin de var olmasını sağlayacaktır.

Ya parayı bilmeyen ya da kullanmayan canlılar ne olacak?

İnsanların dışında kalan ve suya bağlı yaşamını sürdüren ama parayı yaşamında kullanmayan, bilmeyen, tanımayan diğer canlılar ne olacak, ne yapacak?

Onların suya erişememeleri sonucunda yok olmaları neye mal olacak? 

Eksilikleri ile ortaya çıkacak sorunları, doğanın yok oluşunu para ile ölçmek olası mı? 

Kirliliğini önleyemediğimiz Ergene Havzası’nı, Gediz Nehri’ni, Porsuk Çayı’nı, Menderes Havzası’nı, Küçükçekmece Lagünü’nü para ile eski haline ulaştırabilir miyiz, yok olan Aral Denizi’ni geri getirebilir miyiz? 

Suyun yaşamdaki değerine paha biçilemez, doğanın değeri parayla ölçülemez. Bu anlamda su ve su havzaları (dereler, göller, kıyılar, vadiler, ovalar, deltalar, yer altı katmanları, ormanlar, meralar) şirketlerin kâr histerisine terk edilemez. Unutulmamalıdır; suyun ticarileştirilmesi, tüm canlıların suya erişememesi demektir. Suya erişememek ise; kadınlar için; daha uzun yollar kat etmek, bebekler ve çocuklar için; minik bedenlerin hızla su kaybetmesi ve su kirliliği yüzünden ölmek, köylüler ve yoksul halklar için; açlık, ya da tüm insan, hayvan ve bitkiler için; ölüm demektir. Çünkü canlı yaşam için gerekli olan suyun yerine geçebilecek başka bir sıvı yoktur.

Krizin şiddetlenmesiyle, başta Orta Doğu olmak üzere bütün doğal enerji koridorları emperyalistler arası paylaşımın konusu haline getirilirken; dünyamızda canlı hayatın sürmesinin en temel unsuru olan su, alınıp satılan bir piyasa malı haline getirilmiştir.

Yukarıda aktarılan nedenlerden ötürü, yaşadığımız dönemde en önemli toplumsal mücadele konularından birinin “suyun özelleştirilmesi, ticarileştirilmesi ve metalaştırılması konusu olduğu açıktır.

Su; şirketlerin kârını artırmak için değil, halkın ve tüm canlıların yaşamı için gereklidir. Bu nedenle bir HAKTIR! Doğanın ve tüm canlıların hakkıdır.

Dünyadaki ve ülkemizdeki su politikalarının iyi izlenmesi ve gündemde olan özelleştirmelere tavır alınması amacındayız. 2009 yılında ülkemizde yapılan Dünya Su Forumu’nu ve ardından AKP hükümeti tarafından hızlandırılan uygulamalarını, platform olarak teşhir ve protesto etmeye devam edeceğiz. Birleşerek, örgütlenerek, mücadele ederek suyu ticarileştirmeye çalışan şirketleri ve devletleri durdurabiliriz. 

Türkiye’nin her yerinde suyun ticarileştirilmesine karşı mücadele veren Suyun Ticarileştirilmesine Hayır Platformu(STHP) birleşenleri olarak bizler; kavgamızı yalnızca kendi yerelimizdeki sorunla sınırlı tutmayacağız, kendi bölgemizde kazansak da kaybetsek de mücadeleye devam edeceğiz.

Halka ve doğaya ait olan suyun, ticari bir mal değil, temel bir yaşam hakkı olduğunun savunulduğu mücadelemiz, her canlı, suya özgürce erişinceye kadar devam edecektir: 

Şirketlerin, “temiz enerji” yalanı ardına sığınarak karbon pastasındaki paylarını büyütmek için suyumuzu, doğamızı katletmesine, geleceğimizi yok etmesine seyirci kalmayacağız.

 

Çağrımız; suyun ticarileştirilmesini durdurmak, dereleri, ormanları, meraları, yeraltı sularını kapitalizmin kıskacından kurtarmak için birlikteliğe ve mücadeleye çağrıdır...

Suyun Ticaretleştirilmesine Hayır Platformu

İstanbul, 23.02.2014

 

 

23.02.2014 00:00
Okunma Sayısı: 402