YAŞAMIN, DOĞANIN, EMEĞİN TARAFINDAYIZ...
YAŞAMIN, DOĞANIN, EMEĞİN TARAFINDAYIZ...
BASINA VE KAMUOYUNA
42 yıl önce Birleşmiş Milletler tarafından 5-16 Haziran 1972 tarihlerinde,113 ülkenin katılımıyla Stockholmde düzenlenen Çevre Konferansında; çevre-insan kavramına değinilerek, dünyanın doğal dengesinin korunması için insan ve doğal varlıklara öncelik veren bir anlayışın egemen olması gereği ortaya koyulmuştur. Hindistan Devlet Başkanı Indra Gandhi konferans kapsamında;, günümüzde hala geçerliliğini koruyan tespiti ile en önemli küresel sorunun, yoksulluk, açlık ve barınma olduğunu dile getirmiştir. Bu tespit ne yazık ki geçerliliğini halen korumaktadır.
1982 Anayasanın 56. Maddesinde herkesin sağlıklı ve dengeli bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğunu, çevreyi geliştirmek, çevre sağlığını korumak ve çevre kirlenmesini ödemenin devletin ve yurttaşların ödevi olduğunu belirtmektedir.
Ülkemizde Çevre Kanununun yayımlanmasının üzerinden 30, Çevre Bakanlığının kuruluşunun üzerinden ise 20 yıl geçmiş bulunuyor. Çevre Kanununun yayımlanması sonrası arka arkaya Hava Kalitesinin Korunması (1986), Su Kirliliği Kontrolü (1988), Katı Atıkların Kontrolü (1991), Çevresel Etki Değerlendirmesi (1993) ve Tehlikeli Atıkların Kontrolü (1995) Yönetmelikleri yayımlanıyor. Çevre Kanununun yayımlanmasından bu yana geçen süre zarfında yayımlanan yönetmelik sayısı 50 yi aşmış durumda. Bu duruma rağmen; ülkemizin çevre kalitesinin korunup geliştirildiğini, ülke yönetiminde ekonomik kalkınma ile doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim politikalarının etkin hale geldiğini söylemek mümkün değildir.
1991 yılında kurulan Çevre Bakanlığı 12 yıllık bir faaliyet döneminden sonra 2003 yılında Çevre ve Orman Bakanlığına dönüştürülüyor. 2011 yılına gelindiğinde ise, Çevre ve Orman Bakanlığı ikiye ayrılarak Orman ve Su İşleri Bakanlığı ile Çevre ve Şehircilik Bakanlığı kuruluyor. Böylelikle çevre yönetiminin en önemli unsurlarından birisi olan kurumsal süreklilik, bakanlığın sürekli olarak değişen, birleşen- ayrışan yapısıyla, ortadan kalkıyor, Çevre Bakanlığı önce Orman Bakanlığının, günümüzde ise Bayındırlık Bakanlığının bir alt bileşeni haline geliyor.
Çevre Bakanlığının sürekli değişen bu yapısı ile birlikte dikkat çeken bir husus da, çevre mevzuatında gerçekleştirilen sürekli değişikliklerdir. Çevrenin korunmasının, ekonomik gelişmenin önünde bir engel olduğu ön yargısının ülke yönetiminde hakim olması, çevre mevzuatında da bitmek bilmeyen bir değişiklikler sürecine yol açmaktadır. Özellikle, çevre mevzuatına hayatiyet kazandıran yönetmeliklerde yapılan değişikliklerin çokluğu ve bu değişikliklerin mevcut yönetmelik hükümlerinin gevşetilmesi şeklinde gerçekleştirilmesi dikkat çekicidir. Bu konuda bilhassa Çevresel Etki Değerlendirmesi Yönetmeliğinde ve 2004 yılı sonundan itibaren Su Kirliliği Kontrolü Yönetmeliğinde yapılan değişiklikler örnek oluşturmaktadır.
Ülkemizde çevrenin korunması ve çevre yönetimine verilen önemin en önemli göstergelerinden birisi de çevrenin korunması konusunda görevlendirilen bakanlıklara bütçeden ayrılan paylardır. 350 milyar 898 milyon TL.lık 2012 yılı bütçesinde, Çevre ve Şehircilik Bakanlığına ayrılan pay 292.8 milyon TL, Orman ve Su İşleri Bakanlığına ayrılan pay ise 1 milyar 846 milyon TLdır. Her iki bakanlığın toplam bütçeden aldıkları pay oranı ise sadece % 0.6 (binde altı) düzeyinde kalmaktadır. Sadece bu rakam bile ülke yönetiminde çevre sorunlarının ne derece bir önceliğe sahip olduğunu göstermektedir.
Çevrenin korunması amacıyla gerçekleştirilen politikalar, oluşturulan kurumsal yapılanmalar ve bunların yeterlilikleri konusunda daha iyi bir değerlendirme yapabilmek için, atık bertarafı konusunda bulunduğumuz noktaya ve doğal ortamların kalitesindeki değişimlere bakmak öğretici olabilir.
2012 yılı bahar aylarında Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) tarafından yayımlanan çevre istatistikleri, 2010 yılı sonu itibari ile atıksu arıtımı, katı atık bertarafı, tehlikeli atıklar gibi konularda ülkemizin performansını değerlendirecek verileri bizlere sunmaktadır.
TÜİK 2012 yılı atıksu istatistiklerine göre 2012 yılında ülkemizdeki 2950 belediyeye karşın yalnızca 460 atıksu arıtma tesisi bulunmaktadır. Bu 460 tesisten, Avrupa Birliği (AB) standartlarında arıtma yapan tesis sayısı ise 70 olup, 2012 yılında arıtılan 3,3 milyar metreküp atıksuyun 1,9 milyar metreküpü bu tesislerde arıtılmıştır. 2012 yılında üretilen evsel atıksu miktarının 4,07 milyar metreküp olduğu dikkate alınırsa, belediyelerde üretilen atıksuyun % 80inin arıtıldığı, ancak AB standartlarında arıtılan atıksu oranının % 47 oranında olduğu ortaya çıkmaktadır.
İmalat sektöründe ise 2010 yılında üretilen 1.3 milyar metreküp atıksuyun 244 milyon metreküpünün yani, %19unun arıtıldığı anlaşılmaktadır.
Katı atık bertaraf tesisleri sayısı ise, kentsel atıksu arıtma tesislerine göre çok daha düşüktür. TÜİK 2010 yılı çevre istatistiklerine göre, ülkemizdeki düzenli depolama tesisi sayısı 52, kompost tesisi sayısı ise sadece 5 adettir. 2010 yılında belediye nüfusunun ancak %56sının atıkları düzenli depolama veya kompost tesislerinde bertaraf edilmektedir. Ülkemizde katı atıkların organik madde içeriğinin %50-55 oranında olduğu düşünülürse, kompost tesisi sayısındaki azlık ve bu konuda yerli teknolojiler üretilememesi ayrı bir değerlendirme konusudur.
2.3 milyon tonu madencilik sanayi ve 800 bin tonu imalat sanayi olmak üzere ülkemizde toplam olarak 3.1 milyon ton tehlikeli atık oluştuğu, bu atıkların %75inin depolama tesislerinde bertaraf edildiği ifade edilmektedir. Son günlerde İzmir Gaziemirde ortaya çıkan ve radyoaktivite içeren atıklar, Uşak ilimizde görülen sakat ve ölü kuzu doğumlarındaki artışlara ve geçtiğimiz yıllarda Kütahyada faaliyet gösteren bir maden işletmesinin atık baraj seddelerinin çökmesine ilişkin haberler, madencilik ve sanayi sektöründe üretilen tehlikeli atıkların bertarafındaki önlemlerin ne kadar yeterli olduğunun bir göstergesi olarak değerlendirilmelidir.
Enerji ihtiyacının yaklaşık olarak %73ünü dış kaynaklardan karşılayan ülkemizde, sera gazı emisyonlarında belirgin bir artış görülmektedir. 2010 yılı toplam sera gazı emisyonu 401,9 milyon tona ulaşarak, 1990 yılı değerine göre %115lik bir artış göstermiştir. Kişi başına düşen yıllık sera gazı emisyonu miktarında da artışlar görülmektedir. 1990 yılında 3,39 ton/yıl olan kişi başına düşen sera gazı emisyonu miktarı 2010 yılında 5,51 ton/yıl mertebesine yükselmiştir.
Yukarıda, çevrenin çeşitli bileşenlerine ilişkin resmi istatistik rakamları ile verdiğimiz tablo aslında yapılan uluslararası çalışmalarla da destekleniyor. Yale ve Columbia üniversiteleri tarafından gerçekleştirilen ve ülkelerin doğal varlıkları ve çevreyi koruma konusundaki performanslarının değerlendirildiği Çevresel Performans İndeksi (EPI) çalışmasında Türkiye 132 ülke arasında ancak 109cu sırayı alabiliyor.
Birleşmiş Milletler tarafından hazırlanan ve çevresel sürdürülebilirlikle eşitlik arasındaki sıkı ilişkiye ışık tuttuğu ifade edilen İnsani Gelişim Raporunda ise ülkemiz 173 ülke arasında 92ci sırada yer bulabiliyor.
Oysa, nüfusuyla ve ekonomisiyle dünyanın en büyük 18nci ülkesi olan ülkemizin, çevre kalitesinin korunması ve geliştirilmesinde de benzer bir konumda olmasını beklemek gerekir. Ancak görülüyor ki eklektik mevzuat düzenlemeleri, sürekli değişen kurumsal yapılar ve bilimsel ilkelerden uzak yönetim anlayışlarıyla doğal varlıkların korunması ve insani gelişimin sürdürülmesi mümkün olamamaktadır.
Uzun yıllardır egemen kılınan ve çağdaş, katılımcı demokrasi ile hiçbir ortak noktası olmayan bu yönetim anlayışı nedeniyle ülkemizin su kaynakları kirletilmiş, orman alanları talan, tarihi zenginliklerimiz tahrip edilmiş, kentsel dönüşüm süreçleriyle kent yoksulları yerlerinden edilmiştir. Bu adaletsiz ve bilim dışı politikalara karşı çıkan TMMOB ve Odamız yasal düzenlemelerle bakanlıkların denetimine alınarak işlevsizleştirilmeye çalışılmıştır.
2013 Mayıs ve Haziran aylarında İstanbulda Taksim Gezi Parkının yok edilerek yapılaşmaya açılmasına yönelik girişimlere karşı yurttaşlarımızın geliştirdiği ve kısa sürede tüm ülkeye yayılan gösteriler, doğal varlıklarımızın korunmasına yönelik toplumsal bir refleksin ifadesi olduğu kadar, aynı zamanda buyurgan ve antidemokratik yönetim anlayışına duyulan bir tepkinin de sonucudur.
Gezi Parkı ile başlayan süreç bir kez daha ve açık bir şekilde çevre sorunları ile toplumsal sorunlar arasında ayrılmaz bir ilişki olduğunu, çevrenin korunmadığı bir demokrasi olamayacağı gibi, demokrasinin olmadığı bir ülkede de çevrenin korunamayacağını göstermiştir.
Doğanın ve emeğin sömürülmesi süreçleri bu dönemde tüm yıkıcı etkileri ile karşımızda durmaktadır. Kapitalizmin durdurulamayan hırsı gözü dönmüş bir şekilde hayatlarımızı almaktan çekinmemektedir. Her geçen gün isimlerini bile duymadığımız , belki 3. Sayfa haberlerinde görebildiğimiz iş kazalarında yurttaşlarımız hayatlarını kaybediyor. Somada kaybettiğimiz yurttaşlarımızın acısı, hayatlarımızı ve yaşam alanlarımızın kapitalizmin kör hırsına kurban edildiği gerçeğini yüzümüze bir kez daha vurdu...
TMMOB Çevre Mühendisleri Odası İzmir Şubesi olarak; ülkemizde ve kentlerimizde doğal varlıklarımızın korunarak geliştirilmesini yaşamsal bir olgu olarak değerlendiriyoruz. Çevre korumanın en kalıcı teminatı olarak sosyal gelişimin sürekli kılınması ve katılımcı çağdaş bir yönetim anlayışının hayata geçirilmesinin önemini bir kez daha vurgulamaktadır. Bu süreçte taraf olduğumuzu; Yaşamın ve Kamu Yararı tarafında olduğumuzu tekrarlıyor; yurttaşlarımızın esenliği ve doğal varlıkların korunmasını esas alan yönetim ve çevre politikalarının hayata geçirilmesi konusundaki kararlılığımızı ; örgütlü birliğimizi güçlendirerek, ülkemizi adalet, eşitlik, barış ve bilim temelinde yeniden kurmak, insanımıza, doğamıza, yaşamımıza sahip çıkma inancımız ve kararlılığımızı kamuoyu ile paylaşıyoruz.
Saygılarımızla...